12.06 2024.
Ofiste masamın üzerine az da olsa döktüğüm çay kollarımı ıslatırken yazı yazmaya çabalıyorum. Masamın üzeri de epey dağınık. Her gün temizlesem de kaşemi, kalemlerimi, işi bitmiş kağıtları kaldırsam da her gün bir şeyleri temizleme çabasında olsam da her gün eskisinden daha dağınık oluyor. Yaptığım işte sorun yok. Dağıtmakla ilgili de değil sanırım sorunum toplamakta. Tıpkı neşemi, umudumu, yaşama isteğimi, yaşanan olayların duygu durumum üzerindeki etkisini dağıttıktan sonra toplamak gibi.. Eskiden çok düşünürdüm neden eskisi gibi değil, olmuyor diye. Sonra fark ettim ki her geçen saniyenin insana yansımaları farklı oluyor. Aynı kalmak imkansız. Ne dağınıklık aynı ne de düzen… O yüzden fazla müdahale etmeyip akışta kalmayı seçtim.
Dün akşam içimdeki sıkıntıyı dağıtabilmek adına daktilomun başına geçmeye karar verdim. Nostaljide anılarımın tozlarını yakalayabilmek adına atmosfer oluşturmayı denedim. Daktilom, küçük mumlarım, pikabımdan çalan müziğim, tıkırdayan saatim, küçük kedim, salaş kıyafetim… Daktilomun başına geçtim. Kedimi kaloriferin üzerine koyduktan sonra pikabıma yöneldim. Birden anımsadım 3 hafta önce gereğinden fazla yavaş çalan pikabımı tamir ettiğimi. 3 haftadır hiç dinlememiştim ama hiç alakamın olmadığı bir konuda zafer kazanarak pikabı tamir etmiştim. Babamın hediye ettiği plaklardan birini seçtim ve yerleştirdim. İğnesini indirdikten sonra gereğinden çok daha yavaş çaldığını fark ettim ve içimdeki zafer edası birden balona dönüşüp patlayıverdi. İğneyi eğdim, büktüm, iler, geri, sağa, sola çevirdim fakat nafile. Sonra iğnesinin bozuk olduğunu düşünerek yeni bir iğne ucu sipariş ettim fakat bugün öğrendim ki bozuk olan iğne ucu değil pikabın arkasındaki farklı bir düzenekmiş. Babam ben gelince yaparım dedi. İyi o zaman çabuk gelin dedim. Bakarız, duruma göre, dedi. Klasik baba sözü işte: Bakarız.
Olsun dedim kendi kendime. Daktilonun başına geçtim. Gerçek şu ki arada bir yazarım diye almıştım ve kullanmayı dört dörtlük bilmiyordum. Zaten ne gerek vardı ki her şeyini bilmeye. İlk alıp eve getirdikten sonra 2-3 saat uğraştım fakat şeridini geçirmeyi başaramadım. Babamla Rüzgarlı’da bir tamirci bulduk. Bulduğumuzu düşündük fakat navigasyon bizi farklı bir yere götürdü. Aradık, sorduk soruşturduk. Sonunda o yaşlı sevimli kısa boylu amca daktilomu düzeltti. Fakat yazarken buraya dikkat et, tırnaklarını düzeltmen gerekir dedi. Para almadan bizi yolladı geri. 2 3 kez yazmayı başardım fakat dün yine denediğimde o kısmı başaramadım. Şeridin önüne kağıt sıkıştırdım, tel toka koydum nafile. Sonra hiç yapmadığım bir şeyi yaptım. Olduğu yere bıraktım. Kitaplığımdan bir kitap seçtim ve balkonda onu okumaya koyuldum. Gayet verimli, gayet güzel bir zaman dilimiydi.
Sabah bugüne uyandığımda fark ettim ki hafiflemiştim. Yapıyorum , yapıyoruz farkında olmadan. Sonuç almanın veya değişimin imkansız olduğu bir çok yerde baştan deniyoruz. Tekrar tekrar tekrar… Olmayınca suçu kendimde arama eğilimiz… Üzülmek, parçalanmak ama asla vazgeçmemek.. Oysa belki de sadece bilmiyoruz nasıl olduğunu ya da olamayacağını. Bazen bizde değil kusur. Bazen sadece daha öne hiç yaşamamışız. Fakat nasıl oluyor da daha önceden hiç yaşamadığız bir olayı, duyguyu, ilişkiyi ya da kişiyi vazgeçilmemesi gereken şey olarak algılıyoruz. Tutku…
Geçmişe dönüp baktığımda diyorum ki keşke olmayacağını gördüğüm, duyduğum ilk yerde olduğu gibi bıraksaymışım. Ne olur ki hayatımda o da olmasa. Ne var ki yani o da olmayıversin. Sanırım 29 yıllık yaşamımda kendime öğretememişim çok istediğim bir şeyi bazen ne kadar çaba harcasam da elde edemeyeceğimi. Dengeyi mi bozuyorum acaba? Sonuçta tüm evrende denge var. Doğada, uzayda, olaylarda, insan ilişkilerinde, her yerde. Terazide en ufak bir ağırlık diğer tarafa kaydığında beklentiler, umutlar, kavgalar, benlik algılamasında bozulmalar… Uğraş, uğraş, uğraş, dene, dene, dene… Genellikle hedefe ulaşıldığında, verilen emeğin bizde yarattığı beklentiyle, o bağlanmışlık, adanmışlık duygusuyla hayal edilen kadar mutlu olunmuyor.
🤔