search

Ana Rahmi

Ana Rahmi
14 ay önce yazdı.
201 Gösterim
1 Yorum

  Bebeğin 9 ay boyunca anne karnında nasıl rahat bir hayat sürdüğünden bir önceki yazıda bahsetmiştim.  Bebeğin sabit ışık, sabit sıcaklık, sabit uyarılma ,hemen hemen sabit beslenme düzeniyle muhteşem dengede olduğundan bahsetmiştik. 

                 Neden bu cümleyle yazıya başladım? Gerek iş hayatında gerek sosyal çevrede gözlemlediklerimden çıkardığım birkaç şey var. Onlardan bahsetmek istiyorum. Hepimizin bildiği gibi iş yerinde çalışmanın mecbur kıldığı bazı sosyalleşme ortamları var. Mesela eğer yemekhane varsa  insanlarla aynı yerde yemek yeme zorunluluğu, ulaşım için servis kullanılıyorsa aynı serviste birlikte olma zorunluluğu, paylaşılan odalar, aynı masa etrafında yapılan toplantılar, hatta kullanılan ortak tuvaletler bile sosyalleşme zorunluluğunun olduğu ortamlar. Tabii ki de örnekler çoğaltılabilir. İnsanlar birbirini gördüğü andan itibaren görsel bir iletişim başlıyorsa ve uzun süreden beri aynı ortamda barınılmaya devam ediliyorsa bu durum ister istemez bir sosyalleşme alanı yaratıyor. 

                  İş yerlerinde mobbinge uğramamak, iş veriminin artması, üretkenliğin çoğalması gibi olumluya çekilebilecek her türlü kavramın artması için sağlıklı bir iletişim, sağlıklı sosyalleşme alanlarının oluşması şart. Günün bir kısmını iş yerlerinde geçirdiğimiz göz önünde bulundurulursa insanlarla iyi geçinme veya olumsuz duygu durumu yaratabilecek huzursuzluklara girmemek veya bu huzursuzlukları en az hasarla atlatabilmek önemli. Aksi takdirde hepimizin bildiği gibi iş yeri tamamen bir kabusa dönüşebiliyor. 

                 Bir süre sonra ortak alanlarda vakit geçirme zorunluluğunun yarattığı toplumun da kendisine göre çemberleri olduğunu bu çemberlerin zamanla daralabildiğini ama çok fazla genişleyemediğini fark ettim. Evet iyi geçinmek veya nötr olmak durumundayız. Günün belirli bir saatini geçiriyoruz, kendi alanımız olan işlerle ilgileniyor emek sarf ediyoruz, para kazanıyor ve hayatımızı idame ettirmeye çabalıyoruz. Bütün bunları yaparken de asla kabullenemeyeceğimiz çemberleri olan insanlarla bir araya gelebiliyoruz. Geniş bir perspektiften bakarsak aslında, hayatın her alanında insanın olduğu her yerde kendimizden çok farklı insanların olabileceğini görüyor, istediklerimizi hayatımıza dahil ediyor, istemediklerimizi görmezden gelebiliyoruz. İş yerinde, görmezden gelmek pek mümkün değil. Hani genel bir laf vardır ve herkes tarafından sıklıkla kullanılır: "Dışarıda olsam yüzüne bile bakmayacağım insanlarla aynı ortamda çalışıyorum ve saatler geçiriyorum." diye. İş hayatı insana bu cümleyi de kavratıyor. Bir bakmışsın böyle biriyse, böyle konuşuyorsa asla konuşamam dediğin biriyle can ciğer olmuşsun. Zorunlu sosyalleşme alanları, ortak hedefler ve mutlu bir hayat gayesi insana bunları yaşatabiliyor.

                Zaman geçtikçe iş yerinde insanlara nasıl davranmak gerektiğini, kimin neyi nasıl anlayabileceğini öğrendim ve öğrenmeye devam ediyorum. Bu konuda baya çaba sarf ettim. Gerçekten çok farklı sınırları olan, bambaşka hayatlardan gelen yaşları değişkenlik gösterebilen insanlarla bir arada belirli saatler geçirmek durumunda olmak bana bunu öğretti. Son zamanlarda fark ettiğim bir husus daha oldu. İnsanlar gerçekten değişiklikten hoşlanmıyor ve bunu tercih etmiyor. Elbette ki bir düzen içinde kurallar çerçevesinde olmak insana rahatlık ferahlık sağlıyor. Fakat işle ilgili kurallar dışındaki değişiklikleri çok garip karşılıyorlar, uyarıyorlar, tavsiye veriyorlar. Mesela masa değişikliği yapmam, daha önce oturmadığım bir yerde oturmam, sivil olarak işe geldiğimden farklı bir renkte kıyafet giymem gibi. İlk başladığım zamanlarda bu düşünceler çok tuhaf gelmiyordu fakat son zamanlarda insanların yeniliğe, değişikliğe bu kadar kapalı olmaları beni şaşırtıyor.

                Özellikle insanlar siyasi görüş farklılığına hiç toleranslı değil. Bir insan nasıl olur da bir görüşe bu kadar adapte olup farklılığa bu kadar kapalı olur hiç aklım almazken aklımda bir düşünce belirdi. İnsanoğlu olarak belirsizliğe karşı tahammülsüzlük yaşamaya çok yatkınız. Bilmediğimiz, aşina olmadığımız herhangi bir konsept bize çok yabancı. Bilmediğimiz bir anlayışa sahip olduğumuzda veya daha önce karşımıza çıkmamış olaylarla aşina olduğumuzda sonucunda ne yaşayacağımızı bilemeyiz. Kendimizi güvende hissetmek amacıyla da sınırlarımızın dışına çıkmayı pek tercih etmiyoruz. Sevgili atalarımızın da desteklediği üzere (Bkz. En iyi yol bildiğin yoldur.) insanoğlunda yaygın olan bir kanı mevcut: Neyi, hangi yoldan en iyi yapabiliyorsam aynı şekilde devam etmeliyim. Çünkü yapabileceğimin en iyisi bu. Şu ana kadar gördüklerimin içinde en iyisi bu. Fakat unuttuğumuz bir nokta var. Tecrübe denilen olgu sadece şu ana kadar yaşadıklarımızdan ibaret. Şu andan sonra yaşayabilecek olduğumuz şeyler tecrübeye dahil değil fakat kendimizi değişime kapatmadığımız sürece neden tecrübe kümesinin içine girmesin? Çünkü korkuyoruz. Her seferinde, beslenme ve korunma sorunu olmayan sıcak ve sevgi dolu, huzurlu olan mekanımıza yani ana rahmine dönmek istiyoruz. Sürekli aynı kişilerle vakit geçirme çabamız, aynı yerlere gitme çabamız, aynı görüşü savunmamız asla aksini ya da farklısını tercih veya merak etmememiz de ana rahmine dönme isteğinden kaynaklı. Farklı sonuç ihtimali bile insanda kaygı yaratıyor. Bu durumlarda aklıma hep Şems-i Tebrizi'nin muhteşem sorusu geliyor "Nereden biliyorsun hayatının altının üstünden daha iyi olmayacağını?". Denemeden bir insan nereden bilebilir ki ne kadar kötü olacağını veya hayatta alışamayacağı bir durumun söz konusu olmadığını? Göz yummadan nereden bilinebilir ki değişimlerin kabullenilemeyecek kadar büyük olmadığını? Aslında belki de hayatın sırrının ana rahminden çıkmakla ilgili olduğunu.

                    Beyin gelişimi de aslında değişikliklerle ilgilidir. Daha önce hiç görmediğimiz bir objeyi gördüğümüzde, veya duyduğumuzda sinir hücrelerimizde yeni dallanmalar meydana gelir. Zeka denilen olgu da aslen zihnin öğrenme, öğrenilenden yararlanma, yeni durumlara uyabilme ve yeni çözüm yolları bulabilme yeteneği ise eğer uyum sağlayabilmeli, uyum sağlamayı gerektirecek ortamlar yaratabilmeli insan. Hayat bunu gerektirir diye düşünüyorum. Kaçmamak , kaçınmamak, deneyimlemek önemli. Karşı tarafın nedenini niyesini nasılını dinlemeden kendi görüşünü de tam olarak savunmuş olamayacağını da düşünüyorum.

                    Yazımı sonlandırırken de değinmek istediğim bir anım var. 3-4 yaşlarındaki yeğenim bana yeni yerleri yürümekten, tanımadığı insanlardan korktuğunu söylediği zaman ona karşı yanıtım hep şu olur: "Sakın korkma. Yenilik güzeldir. Değişimi kabulleneceğiz. Böylece gelişecek ve geliştireceğiz." 



                    Ana rahminden çıkmak, çıkmaya çalışmak önemli.

Yorum Yap

Yorum yazmak için üye girişi yapınız.

  • Alparslan
    Alparslan 14 ay | önce yazdı.
    Linkten ziyade içerik 👍