Şimdi burası Türkiye’nin en büyük kentlerinden bir tanesi.
Şirin bir Anadolu vilayeti değil yani.
Kendisi büyük, binaları büyük, otobüsleri büyük.
Arabaların içindekiler de, ofis ve bürolarda oturan adamlar da hep büyük.
Bu kadar büyüklerin arasında bir büyük bina var ki sormayın gitsin.
Zamanında şehrin en uzun ve en fazla kata sahip binasıymış.
Sonra onunla yarışan nice uzun binalar inşa edilmiş.
İşte bu binanın tepesinde de kocaman bir teras var.
Teras deyince aklınıza beyaz güvercin uçurulan çatıdan bozma yapılar gelmesin.
Bizim memlekette bu teras kadar büyük pastane yok mesela.
Bu uzun ve geniş teras, bu yüksek binadaki ofislerde çalışanların mola ve dinlenme alanı. Yazın kumandayla üstü açılıyor, kışın yine kumandaya basıyorsun üstü kapanıyor.
İşte geçen gün yine elimde sigara ve çay ile terasa doğru yürüdüm, boş bir masa buldum ve oturdum.
Hemen karşımda kafasında kasket, üzerinde kolsuz yeleğiyle oturan amcayı gördüm.
Amcanın yakasına iliştirilmiş “ziyaretçi” kartı dikkatimi çekti.
***
Bu ofisler öyle disiplin abidesi bir yer ki, yakını ve ziyaretçisi gelen, onları çalıştığı odaya buyur edemiyor.
Şöyle telefonu kıvratıp iki çay söyleyip, bir yarım saat olsun lafın belini kıramıyor.
Onları bu terasa çıkarmak ve orada beklemelerini sağlamak zorundasınız.
Belli ki bir yakınının mesaisini bekliyor bu amca.
Sol elinde sigarası, sağ elinde kehribar tespihiyle vakit öldürüyor.
Kimsenin kimseyle çakmak istemek dışında konuşmadığı ve selamlaşmadığı bu binada amcanın kimin yakını olduğunu da bilmek mümkün değil.
***
Ofisin karşısında, gözü bozulmayanların seçebildiği uzaklıkta havaalanı bulunuyor.
Havaalanı ofise uzak olsa da uçakların iniş ve kalkışları terastan el sallama mesafesine iniyor.
Burada çalışanlar bu duruma alışkın olduğundan olsa gerek, jet seslerine kimse aldırış etmiyor, kimse kafasını kaldırmıyor.
Hatta havalanan uçağın kargo uçağı mı, yolcu uçağı mı olduğunu bile sesinden tanıyorsunuz artık.
***
Çayın son yudumunu ağzıma götürdüğümde havalandı askeri jet.
Büyük ve heybetli bir kargo uçağıydı bu.
Gün içerisinde rutin inip kalkıyorlardı.
O yüzden aldırış etmedim.
Karşı koltukta oturan amca yönünü uçağın havalandığı yere doğru döndü.
Sonra boynunu uçağın yönüne göre döndürmeye başlayarak:
“Maşallah! Yeğenim bu uçak ne yannı doğru gidiyor acep ?”
Bana sesleniyordu amca ve bir taraftan da uçak küçücük kalıp, gözden kayboluncaya kadar izlemeye devam ediyordu.
Cevap vermem lazımdı:
“Bilemiyorum ki amca böyle akşama kadar kalkıp inerler. Bir doğuya doğru, bir batıya doğru gider, gelirler”
Amca verdiğim cevaptan ve uzun beklemenin verdiği sıkıntıdan olsa gerek sohbeti uzatmak istedi.
Ayağa kalkarak yanımdaki boş koltuğa doğru ilerledi, oturmak için biraz çekindi ve otururken yine sordu:
“Askeriyenin teyyareleri heral bunlar? Adam taşıyan uçak böyle iri olmaz. Biz hicaza giderken bindik de onlar şöyle ince amma uzun”
Amcaya tekrar yanıt verdim:
“Doğrusun askeriyenin kargo uçakları. Allah zeval vermesin. Koca gövdesiyle nasıl kalkar iner değil mi?”
Soruma beklediğim yanıtı verdi amca:
“Nerelisin yeğenim? Sende mi burada çalışıyon?”
Amcaya yanıt verdim ve hemen kalkıp karton bardak ile çay getirdim:
“Kusura bakma burada böyle karton ile veriyorlar saman gibi”.
Güldü amca.
Benim memleketin komşusuymuş.
Hastane işi için gelmiş buraya, yeğenine misafir olmuş.
Yeğeni bizim ofislerden birinde proje yöneticisi.
Mesai bitimine kadar amcasını mecburen terasta misafir ediyor:
“Yeğene de yük olduk. Ayıp oldu. Sizin burada onların çalıştığı yerlere yaban adamı koymuyorlarmış. Her yerin bir kuralı var mecbur tabi olacaksın. Ama bu balkonu iyi akıl etmişler. İşi bitene kadar vakit öldürüyorum işte. Tayyare muhabbetiyle de seni rahatsız ettim kusura bakma.” Böyle diyerek tuşlu telefonunu açtı ve yeğeninin çağırdığını ima ederek terastan ayrıldı.
***
Amca bana çocukluğumu hatırlatmıştı.
Bizim orada da havaalanı yoktu.
Biz de üstümüzden geçen her uçağa coşkuyla bakar, gözden kayboluncaya kadar izlerdik.
Sonra biraz daha büyüdük…
Semaver yakıp çay demlediğimiz bağ evlerinde de uçakları izliyorduk.
Onlar da tam üstümüzden gidiyordu ve bozkırda gecenin karanlığında motor sesini dahi duyabiliyordunuz.
Nereye gittiğine dair yorumlar dahi yapıyorduk.
Bence bu Kayseri’ye inecek…
Bence Gürcistan veya Azerbaycan tarafına gidiyor…
Acaba biz onu görüyoruz ya, içindeki yolcular da bizim yaktığımız ateşi görüyor mu?
***
Neşet Ertaş’ın bir lafı vardı hani, tüm bunlar bana onu da hatırlattı:
“Bozkırda gökyüzünü seyretmek, denizi seyretmek gibidir”
Böyle diyordu rahmetli Garip.
Hakikaten denizi olmayan bozkırda gökyüzündeki yıldızları, uçan uçakları izlemiyor muyduk?
Sonra dağılmadık mı oraya buraya?
Hepimizin uçağı farklı yönlere uçmadı mı?
Semaverimizin ateşi böyle sönmedi mi?
Sahi siz hiç uçağa bindiniz mi?
Ben binmedim.
Şu yaşa geldim ben hala severim uçakları izlemeyi.. 😊